Hoppa till huvudinnehåll
Writers in exile
6 min läsning

Hikaye-7: Geceler ve Duvarlar

Credits Aslı Ceren Aslan Photo: Lina Alriksson 07 mars 2024

Bölüm 3

Sabah saatlerinde kapı açılıyor, ismimi sesleniyor gardiyanlar. Mahkemeye çıkacağıma dair tebliğ kâğıdını alalı iki ay olduğu için bugünü bekliyorum kaç aydır zaten. Türkiye-Suriye sınırında yakalandığım için açılan davanın ilk mahkemesi olacak. Mahkeme sonucunda benim tutuklu ya da tutuksuz yargılanmam bir şey değiştirmeyecek. Zaten hapishanede olduğum süre içinde gazetecilik faaliyetlerim nedeniyle aldığım iki yıl altı ay hapis cezası onaylanmış durumda. Yani mahkeme, “Tahliye” dese bile ben hapishanede olmaya devam edeceğim.

Ama yine de heyecanlıyım. On ayın ardından hapishaneden ilk dışarı adım atışım bu. Yolda, adliyede, mahkeme salonunda nelerle karşılaşacağımı merak ediyorum. Muhtemelen akşam saatlerine kadar hapishaneye geri dönemeyeceğim. Bu yüzden yanıma bisküvi ve su veriyor arkadaşlarım. Onlara el sallayıp koğuştan çıkıyorum. Hapishane koridorunda iki gardiyan arasında ilerliyorum. Çıkış kapısına geldiğimde gardiyanlar görevlerini askerlere bırakıyorlar. Bir komutan gelip ellerimi kelepçeliyor, insaflı çıkıyor, çok da sıkmıyor kelepçeyi. Onu takip ediyorum. Komutanı gören düşük rütbeli askerler oradan oraya koşturuyorlar onu memnun edebilmek için. Bir yandan da bana merakla bakıyorlar. Neden içerideyim, ne suç işledim gibi soruları yüzlerinden okuyabiliyorum. Onlar zorunlu askerlik görevi nedeniyle askerdeler. Komutan ise askerliği meslek olarak seçmiş biri.

Hapishane aracına biniyorum. Üç ayrı bölmeden oluşan ve her bölmede kamera olan, araç içinde ayrıca kapıya sahip bölmeler bunlar. Birine geçiyorum, kapıyı üzerime kilitliyorlar. Yanımda bir kişilik yer olsa da daracık bir yer burası. Pencere ufacık ve yukarıda. Dışarıyı görmek isterseniz ayağa kalkmak zorundasınız.

Bir süre bekliyorum. Benim gibi mahkemesi olan diğer tutukluların gelmesi bekleniyor muhtelemen. Avukatımı göreceğim uzun aylardan sonra. Ailem de mahkemeye gelmek ısrar ediyor bir önceki hafta telefon gününde. Zor bela ikna ediyorum gelmemeleri için. En fazla on dakika sürecek olan bir mahkeme için kilometrelerce yol gelmelerinin anlamsızlığını söylüyor, ziyaret gününe kadar beklemelerine ikna ediyorum.

Bulunduğum bölmenin kapısı açılıyor ve bir kadın kapıdan içeri giriyor elleri kelepçeli. Kapı kapanıp yanıma oturunca selamlaşıyoruz. Siyasi koğuşun dışında hapishanede kadınlara ait iki farklı koğuş türü daha var; adli olaylardan ötürü tutuklananlar ve Fethullah Gülen cemaatine yapılan operasyonlar neticesinde tutuklu olanlar. Daha önce onlarla hapishane koridorunda karşılaşmak dışında bir diyaloğum olmuyor.

Araç hareket edene kadar bana hızlı hızlı neden tutuklandığını, uğradığı haksızlıkları anlatıyor. Uyuşturucu madde bulundurmaktan tutuklandığını, her şeyin sevgilisi yüzünden olduğunu, bütün suçu üzerine attığını, sevgilisinin arkadaşlarının da bunu desteklediğini anlatıyor bir çırpıda. Urfalı o da. Vücudunun her yerinde kesik izleri var. Ufak tefek, zayıf bir kadın.

Gazeteci olduğum için tutuklandığımı söyleyince siyasi iktidara sövmeye başlıyor. “Ben de onlara oy verdim abla,” diyor. Ama söyledikleri vaatleri yerine getirmediklerinden yakınıyor. Kurduğu cümleler bazen bütünlüğünü yitiriyor, tekrar tekrar, “Beni boşuna burada tutuyorlar,” diyor. Bir çocuğunun olduğundan bahsediyor, “Annemin yanında kalıyor şimdi, bu reva mı abla?” diye sitem ediyor. Yol boyunca sitemler, hayaller, öfkelerle devam eden cümleler tekrar edip duruyor.

Araya girme fırsatı bulduğumda koğuşta nasıl bir hayatlarının olduğunu soruyorum. İhtiyaçlarını nasıl karşılıyorlardı, birbirleriyle ilişkileri nasıldı, her gün gelen kavga seslerinin nedeni neydi?

Adlilerin koğuşları, bulunduğumuz koğuşla paraleldi. Yani bizim koğuşumuzun kapısından çıkınca onların havalandırma penceresini görebiliyordunuz. Ancak lacivert filtreli pencere içeriyi göstermiyordu. Sıklıkla koğuşlarından gelen küfürleşme ve bağrışma sesleri bizim bulunduğumuz yerden netlikle duyuluyordu. Sesler gittikçe yükselince bu defa gardiyanların sesleri katılıyordu onlara. Gardiyanların kavgayı bastırdığını seslerin kesilmesinden anlıyorduk.

“Ablacım biz de kendimize yakın bulduğumuz kişilerle gruplar oluşturup ihtiyaçlarımızı ortaklaşa karşılıyoruz. Kimseyi aç bırakmayız yani. Ama gruplar var, herkes herkese destek çıkmıyor öyle. Kavgalar da bu grupların arasında oluyor genelde. Abla dışarıda uyuşturucu alıyor bu insanlar, eğer revir bunlara ilaç vermezse sürekli kavga çıkar koğuşta. Herkes gündüz uyuyor bu ilaçlarla,” diye açıklıyor durumu. Bizi merak ediyor o da. Biraz anlatınca “Ben de mi sizin yanınıza gelsem?” diyor, “yok kesin çıkarmazlar beni buradan o zaman,” diyerek hemen vazgeçiyor.

Adliyeye vardığımızı aracın durmasından anlıyoruz. Bir sürü asker eşliğinde içeri giriyoruz. İki kişiyiz, eşlikçimiz ise yirmi civarında asker ve onların silahları. Mahkeme saatini beklememiz için hücrelere alıyorlar bizi. Tek başıma hücrede saatlerce bekliyorum. Mahkemem saat iki sıralarında olacak. Ama saat sabah on henüz. Ufacık yerde yürüyorum, oturuyorum, kalkıyorum, bisküvi yiyorum aç olmadığım halde. Nihayet beni çağırıyorlar.

Mahkeme salonuna girerken kelepçelerim açılıyor nihayet. Avukatımla selamlaşıyoruz. Hâkim tutuklandığım mahkemedeki beyanlarıma ekleyecek bir şeyin olup olmadığını soruyor, gazeteciliğimi savunuyorum, avukat zapta geçmeyen şeyleri hatırlatıyor, mahkeme tutuklu yargılanmamın sürmesi sonucuyla erteleniyor. Dört ay sonrasına tarih veriliyor.

Dediğim gibi zaten başka bir dosyadan tutuklu olduğum için bu karar hayatımı fazla etkilemiyor. Ancak böyle olmasaydı, sebep gösterilmeksizin dört ay daha bekletilecektim ve her şey o kadar alelacele şekilde olmuştu ki ben gazeteciliğimi savunurken savcı telefonuyla ilgileniyor, hâkim ise yüzünce alaycı bir gülümseme ile bana bakıyordu. Avukatıma hoşçakal deyip çıktım mahkemeden. Askerler tarafından kelepçelendim. Sonra hücre, sonra hapishane aracı.

“Abla beni de bırakmadılar,” diye karşılandım. Yine yan yanaydık. Yorulmuştum, mahkeme heyetinin tavırlarına sinirlerim bozulmuştu. “O şerefsiz geldi yine. Hani eski sevgilim. Bütün suçu üstüme attı. Vazgeçmedi ifadesinden,” diye devam ediyor.

Dinliyorum yol boyunca. Hapishaneye varıyoruz. Koridorda kendi koğuşunun olduğu koridora geldiğimizde sarılıyor bana. Bu normalde yasak ama gardiyanlar da yorulmuş olacak ki ses etmiyorlar. Vedalaşıyoruz, koğuşumun olduğu koridora doğru ilerliyorum.

Koğuş kapısının açıldığını duyan herkes koşa koşa yanıma geliyor. Bir yandan da yemek yemem için sofra kuranlar var. Olanları anlatıyorum, adli koğuşta kalan kadını anlatıyorum, yolu anlatıyorum, buradan farklı olan neyse her şeyi anlatıyorum.

Tek başıma kaldığımda adlilerin koğuşunu düşünüyorum. Onların dünyasına ne kadar uzak hissettiğimizi. “Yaşasın kadın dayanışması” diye sloganlaştırdığımız şeyin gerçekliği ancak kapsayıcılığını artırdığımız zaman mümkün olacak gibi geliyor. Bulunduğum koğuşta farklı kültür ve deneyimlerden de geçsek, dünyayı yorumlama biçimlerimiz hepimiz için farklı da olsa, herkesin kendi rengini kattığı bir dünya yaratmıştık. Bu küçük dünyanın, yeryüzünün her yerinde olmasını istiyorduk. Farklılıklarımızdan zenginleştiğimiz, eşit, özgür, adil bir yeryüzü.

Bu henüz paralelimizdeki koğuşta bile mümkün değildi. Önyargılıydı çoğumuz onlara karşı. Kimbilir neler yapmışlardı da buradaydılar! Yan koğuşta kavga çıktığında çoğumuzun yüzünde alaycı bir gülümseme oluyordu: “Yine kavga çıktı, birazdan oyun havası açıp oynarlar!”

Endişelenenlerimiz ise bu alaycılığa katılmasalar bile bir süre kulaklarını gelen kavga seslerine kapatıyorlardı. Yokmuş gibi. Kolaya kaçmak. Oysaki dışarıda gözümüzü, kulağımızı, ağzımızı kapamadığımız için burada değil miydik?

Ne yapabilirdik? Bu koşullarda hiçbir şey kuşkusuz. Koğuşlar arası iletişimin sıfıra yakın olduğu bir yerde onlarla iletişim geliştirmemiz mümkün değildi. Ancak alaycı gülüşlerimizi, yok saymışlığımızı oturup düşünmemiz gerekiyordu. Duvarlar sadece hapishane tarafından kurulmamıştı, kendimizi kapatmıştık kendi kurduğumuz duvarlarla.

Bu duvarları yıkmamız gerekliydi. Bu duvarları yıkmamız gerekiyor.

Like what you read?

Take action for freedom of expression and donate to PEN/Opp. Our work depends upon funding and donors. Every contribution, big or small, is valuable for us.

Ge en gåva på Patreon
Fler sätt att engagera sig

Sök